Rahman Rahim Allah'ın Adıyla!
Hamd alemlerin Rabbi Allah'a, salat ve selam Muhammed Mustafa'ya ve ricsden arındırılmış Ehl-i Beyt'ine olsun.
Mehmet Cevher Caduk (İlahiyatçı-Öğretmen)
İNTİZAR - Olayların doğru okunması isminin doğru konulmasına bağlıdır. Bu nokta da öncelikli olarak varsa ilahî ve nebevî bir adlandırma ve tanımlama sorunu ortadan kaldırır. Yok eğer öyle bir adlandırma ve tanımlama yoksa geriye art niyetten uzak, ele aldığınız şahısların kendi kendilerini tanımlamalarını ve tutarlılıkları göz önüne alarak ve ortaya koydukları tavırlarla örtüşen bir adlandırmaya gidilmesi gerekir. Doğru adlandırmanın en kestirme ve en doğru yolu hiç kuşkusuz “VAHY” ve “RİSALET”in tanımlamasıdır. Vahy ve risalet insanın hayatına ışık tutan çerağlar ve yolunu aydınlatan ziyalardır. Bu aydınlatma bazen genel geçer ilkeler sunup yönlendirme çerçevesinde olduğu gibi bazen Hz. Muhammed'e ilişkin Hz. İsa'nın “AHMED” ismini telaffuz ederek bizzat şahsın belirlenmesiyle olur. Risalet müessesesi ve hakikat karşısında renk, dil, milletlerin bütünü eşit olduğundan Hz. İsa'nın ve daha öncesinde de Tevrât'ın insanlık ailesine yönelik bir uyarı ve müjdesine şaşırmıyoruz. Bu yol göstericilik sayesinde Hz. Ahmed-ı Muhammed Mustafa'nın (s.a.a) hak olduğunu ve HAKKI temsil ettiğini karşısındakilerin de batıl olduğunu rahatlıkla tespit ettikten sonra artık “Muhammed Kur'an'ı kendisine nüfuz alanı oluşturmak ve erki ele geçirmek için uydurmuştur” diyenlerin sözlerini kale almayız. Halbuki bizim dışımızdan bakıldığında onlar için kısmen mantıklı görülse de biz Vahyî ihbarî'yi doğru olarak kabul ettikten sonra Hz. Rasûlullah'ın (s.a.a.) siret, sünnet ve yaşamıyla bunu destekleriz. Tersi de söz konusu. Siret, sünnet ve yaşamın berraklılığını ve paklığını gördükten sonra önceki nebevî tebşiratları bunu destekleyici unsuru olarak kabul ederiz.
Evet adlandırma önemlidir, adlandırma ve tanımlama yanlış olunca Hz. Musa (a.s.) ile Firavun (l.a.) arasındaki mücadeleyi okurken bu mücadelede Hz. Musa ve Hz. Hârûn kardeşlerin Firavun'un iktidarına karşı giriştikleri hareket bir “iktidar mücadelesi” “isyan”, “din sömürüsü” ve “fesad” hareketi olarak görülecektir. Doğaldır ki bu değerlendirme ve tanımlama haktan uzak bir değerlendirme olacaktır. Benzer bir durum İmam Ali (a.s.) için de söz konusudur. Ali'nin (a.s.) Muâviye ile mücadelesi hakkında bir eser kaleme alan Adnan Demircan Hoca[1] hem eserde attığı başlıklar[2] hem de konuyu ele alış tarzıyla olayı bir iktidar mücadelesi olarak takdim etmiştir.[3] Açıkçası İmam Ali'nin özelde Sıffîn Savaşı ve Muâviye ile mücadelesi genelde ise Sıffîn ile birlikte Cemel ve Nehrevân Savaşları çağrıştırdığı olumsuz izlenim ile bir “iktidar” mücadelesi değil, çok boyutlu nebevî teyit ve tevfikten geçmiş Kur'an'ın tevilini bilen bir şahsın batıl, hata ve sapmaların çeşitli yüzleriyle mücadelesinden başka bir şey değildir. Biz olayı bu şekilde anlamlandırırken ilk elde uzun uzadıya Ali'nin (a.s.) siret, tutum ve davranışlarına değil de hadis tekniği açısından muteber ve sahih diyebileceğimiz nebevî tanımlamayı yeğledik. Gerçi Ali'nin (a.s.) siret, tutum ve davranışları makyavelist ve pragmatist bir bakış açısıyla değil de insanî ve İslamî erdem ve ilkeler çerçevesinde incelendiğinde de ne kadar yüce ve ulvî bir tutum sergilediği görülecektir. Bunu da inşallah ilerleyen bölümlerde sunmaya çalışacağız.
Bir değerlendirme
Adnan Demircan Hoca'nın Harran Üniversitesi 1995-2000 yılları arasındaki öğrencilerindenim. Eleştirel bakış açısı noktasında kendisinden oldukça da istifade ettim. Hatta onun dersinden o dönem itibariyle oldukça zevk de alırdım.
Ancak Hoca'nın o dönem olaylara şöyle bir yaklaşımı vardı; -hala aynı tutumu sürdürüyor mu bilemiyorum- o dönem ve sonraki dönemlerde çok sık olmasa da ara sıra izlediğim kadarıyla siyasî fırkaların kullandıkları hadislerin bir bölümüne mevzu hadis olarak bakmaktadır. Hatta hafızamda Hoca'nın, Hz. Rasûlullah'ın (s.a.a.) “Ey Ammâr seni azgın bir çete öldürecektir” hadisini o dönem itibariyle sıkıntılı bir hadis olarak belirttiğine dair bir bilgi var. Sıkıntılı kavramından kastım belli! Hadis teknikleri açısından sıkıntılı bir rivayet. Yanlış anlama ve hatırlama olasılığını akılda tutarak bu anekdotu anlatmış olayım.
Her halükarda hayatı siyasî ve siyaset dışı olarak bir taksimata gitmek, nebevî hadislerin siyasetle ilgili olanlarını suistifade olasılığından dolayı uydurma veya zayıf saymak tutarlı ve yerinde bir tutum değildir. Evet belki siyasî hadisler için su istifade biraz daha fazla olsa da bu suistifade diğer alanlarla ilgili hadisler ve rivayetler için de söz konusudur. Sadece oranın fazlalığı veya azlığı noktasında farklılıklar gösterir. Dolayısıyla daha standart ve geçerli kriterler ortaya koyup bu kurallar çerçevesinde rivayetlere yaklaşmak gerekiyor ki bu açıdan hadis ilminin cerh ve tadil kuralları Demircan Hoca'nın ortaya koyduğu yaklaşıma göre daha standart duruyor gibi.
Hayat bir bütündür ve insanın hakikate olan ihtiyacı bütün alanlar için geçerli olduğundan risaletin ve nübüvvetin direktifleri de her alan için söz konusu olabilir. Doğru yöntem risalet ve nübüvvet müessesesinin verdiği haberlerin siyasî olsun olmasın hadis teknikleri açısından analiz edilmesidir ki biz bu çalışmamızda konuyla ilgili hadisleri analiz edecek ve alanın uzmanlarının sözlerini aktaracağız.
Bir diğer hatırlatma ısrarla vurguladığımız bir husustur. Kur'an'ın, Hz. Muhammed hakkında Hz. İsa'nın ve Tevrat'ın ihbarı gaybîlerine ilişkin tanıklıkları olmasaydı biz bu tür bilgilerden haberdar olmayacak belki de bu bilgi unutulup gidecekti. Buradan da kültürün yazılmasının ve kayıt altına alınmasının ne derece önemli olduğunu anlıyoruz. Bu açıdan bakıldığında da hadis yazımı yasağının yerinde bir tutum olmadığı kanaatindeyiz. Dolayısıyla İkinci Halife Ömer'in hadis yazımı yasağı doğru için delil ve kanıt olarak gösterilecek bir tutum değil, aksine bir çok noktada eksikliğini ve yanlışlığını hissettiğimiz bir tutumdur.
Hz. Ali ile Muaviye arasındaki mücadele aslında iddialı bir ifade olacak ama tarihî hak batıl mücadelesinin bir uzamıdır. Ne var ki Kur'an-ı Kerim batıl cephesinin birincil öneme sahip tümel yanlışlarına değindiğinden ve bunları göz önüne serdettiğinden biz de Nebi ve Rasullerin karşısında duranların tümel yanlışlarını göz önüne alarak değerlendirmekteyiz. Tabi bu yanlış bir değerlendirme değildir. Tümel yanlışlar karşısındaki olası tikel ve tekil doğruları tümel yanlışlar karşısında cüzî olduğundan ve bir şey ifade etmediğinden bizim zihin dünyamızda onların hiçbir doğrusu yokmuş gibi bir algı söz konusudur. Ancak hataya düşmemize neden olan nokta burasıdır; bu Kuranî perspektifin İmam Ali ve Muâviye arasında geçen mücadelede göz ardı edilmesidir. Bir başka ifadeyle İmam Ali'nin (a.s.) karşısında duran şahsın bir takım cüzî ve tekil doğrularını onun hak ve hakikat karşısında durması şeklindeki tümel yanlışlığına denk bir seviyeye gelecek tarzda değerlendirilmesidir. Dolayısıyla bu olay hakkında etkisi sonraki dönemlere ve günümüze kadar devam eden “tarihî bir olay” şeklindeki bir okuma doğru bir okuma değildir. Doğru okuma hakkın “639-640” yılları arasındaki tecellisinin batılın “639-640” yılları arasındaki tecellisiyle mücadelesi şeklinde olmalıdır.
Bir analoji
Siyasî içerikli hadisler çoğu defa mantıkî (!) analizlerle uydurma veya zayıf olduğu mezhep ve meşrepler tarafından uydurulmuş olabileceği düşüncesiyle reddedilir. Bu bakış açısı bütünüyle doğru değildir. Yalan söylediği ayan beyan ortada olanlar için doğru olsa da bunu genel geçer bir kuralmış gibi bütün olaylara uygulamak yanlış ve eksik bir tutumdur.
Kur'an-ı Kerim bize bu noktada ışık tutmaktadır. Kur'an-ı Kerim Hz. Rasûlullah'ın (s.a.a.) ilahî irade tarafından seçilmiş olduğuna dair Tevrat metinlerinde açık ifadelerin bulunduğuna onların kendi oğullarını tanır gibi Hz. Muhammed'in (s.a.a.) son nebi ve rasul olduğunu bildiklerini belirtir.[4] Beri taraftan İncil'e nispet etmeden bizzat Hz. İsa'nın dilinden Hz. Muhammed'in müjdelendiğini vurgular. Hele bu ikincisi aslında deyim yerindeyse bir nebinin sözünün ifade tarzına, vurgu tonuna göre hak ve hakikat açısından bağlayıcı ve belirleyici olduğunun göstergedir.
Aynı argümanı Aziz İslam Dininin karşısında Hıristiyanlar kullanınca Hz. Rasûlullah'ın yaşamından ve Kurân-ı Kerim'in ayetlerinden ve semavî kitaplarda son peygambere yönelik müjde ve ifadelerden hareketle haklı olarak reddederiz. Dolayısıyla vahye inanan mümin bireyler olarak İmam Ali ile Muâviye arasındaki mücadeleye ilişkin Hz. Rasûlullah'ın (s.a.a.) bir tanımlaması varsa bu tanımlamayı öncelemeli, hadis usul ve kaideleri açısından kritize etmeliyiz. Nasıl ki Tevrat ve Hz. İsa insanların ontolojik ihtiyacı olan hakikatin adresi olarak kendilerinden sonra gelen bir şahsı Hz. Muhammed'i (s.a.a.) anıyorlarsa, Hz. Muhammed Mustafa da ihtilaf ve çatışma haletleri gibi insanın hakikate oldukça muhtaç olduğu bir konuda Ali'yi (a.s.) adres olarak göstermesi son derece normaldir. Aksine adres göstermemesi ve hakikat silsilesinin 632 yılıyla kesilmesi sünnetullaha terstir. İnsanın bu ihtiyacı ontolojik bir ihtiyaç olduğundan su, ekmek, hava gibi insan bedeninin ihtiyaçları nasıl ki Rab Teala tarafından karşılanıyorsa hak ve hakikatin ete kemiğe bürünmüş şeklinin belirlenmesi de o derece zorunludur, elzemdir.
Belki burada madem böyle bir nebevî ikaz vardı neden sahabe bunu göz ardı etti, ya da böyle bir nebevî irşad olsaydı muhakkak dile getirilir ve göz önüne alınırdı tarzındaki bir itiraza şu an detaylı bir şekilde girmek istemiyoruz. Ancak bu itiraz geçerli değildir.
Yani Hıristiyanların ve Yahudilerin Hz. Muhammed iktidar mücadelesi için Kur'an'ı kendisi uydurmuştur iddiası ne kadar gülünçse Ali (a.s.) hakkında söylenen hadislerin ilmî tahlilden uzak bir tarzda sadece bir varsayım üzerine hareketle “Ali veya sevenlerince uydurulmuştur” demek o derece gülünçtür. Tabi bunlar bizim kanaatimizdir, bizim durduğumuz yerden olayın bize yansıyan ve görünen yüzü bu şekildedir. Başkaları için bambaşka bir şekilde görünebilir, bizim düşüncemiz gülünç ve kabul edilmez görülebilir. Bakış açımız bizi bağlar. Bunu kimseye de zorla kabul ettirme gibi bir niyetimiz ve amacımız yoktur.
Her halükarda bu hadislerin doğruluğuna ilişkin başvurulacak ölçüt bellidir; cerh ve tadil. Zorunlu olarak cerh ve tadile başvuracağız. Zira İslam'ın ilk dönemlerinde başa geçenler Rasûlullah'ın söz, eylem ve onaylarını kayıt altına almadıklarından ötürü ona nispet edilen sözleri, eylemleri ve onayları şu an belirli bir disiplin çerçevesinde tespit etmeye çalışıyoruz. İslam kültürünün ilk dönemlerde yazılmaması büyük bir yanılgıdır. Şu an dahi bunun savunuluyor oluşu ise ayrı bir trajedidir. Aklın iki kere iki dört eder tarzında bütün milletlerde ve uluslarında kültür yazılırken maalesef Aziz İslam Peygamberinin hatıratı, nebevî irşadları kaleme alınmak için tam bir asır beklemiştir.
Bu bağlamda tam da İmam Ali ile Muâviye arasındaki mücadeleye ışık tutacak hadis mecmualarında geçen üç hadisi ele alacağız.
Birinci rivayet
Tenzil ve tevil Kur'an ile ilgili önemli kavramlardandır. Özellikle tenzil Kuran'ın ilahî olan Allah tarafından indirilmiş olmasıyla bağlantılı iken tevil Kur'an ayetlerinin hakikati, aslı ve özü ile bağlantılıdır. Gerçi kavram zaman içerisinde yeni bir anlam kazanarak yorum manasında kullanılmış olsa da Kur'an bu sözcüğe başka bir anlam yüklemiştir. Bu sözcük Kur'an-ı Kerim'de lafız olarak altı farklı surede, on beş ayette ve on sekiz yerde, geçmektedir.[5] Kur'an-ı Kerim bu ayetlerin hiçbirisinde asla ve kata bir sözün yorumu, açıklanması gibi bir anlama gelmez. Kur'an-ı Kerim'de te'vîl kelimesi, ilgili ve eylemin ile ilgisi zamanı ve koşulları meydana geldiğinde hakiki şekliyle ortaya çıkması, hakiki manasının bilinmesi, bir şeyi aslî manasına irca etmek anlamındadır.
Hz. Rasûlullah (s.a.a.) da bu kelimeyi Ali (a.s.) için Kur'an'ın tenzilinin mukabili anlamında kullanır ve İmam Ali'nin Kur'an'ın aslî anlamı için çatışacağına ve çarpışacağına vurgu yapar. Yani konumuzla ilgili olarak söyleyecek olursak Ali (a.s.) iktidar için değil KURAN'IN SAPTIRILMASI KARŞISINDA ASIL ANLAMI İÇİN çatışmıştır.
Zaten olması gereken de bu değil midir? İslam'ın ana metninin çoğu defa asıl manası ve hakiki manası kuşkulu bir hale gelecekse, yaptığımız ve yapacağımız yorumların hakikatine ilişkin ilahî bir teyidi elde etme imkanından yoksun kalacaksak bu metin en iyimser deyimle bizim beyin jimnastiği yapmamızın ötesinde bir işlev görmeyecektir.
Her neyse konuyla ilgili hadisler sahih olup biz bunlardan birkaç tanesini zikir edeceğiz.[6]
İmam Ebû Ya'lâ el-Mevsılî (h. 307) Müsned'inde şöyle rivayet etmektedir:
Ebû Saîd el-Hudrî şöyle der: Hz. Rasûlullah'ın (s.a.a.) şöyle buyurduğunu işittim: “Ben nasıl ki Kur'ân'ın tevili üzere savaştıysam içinizden bir kimse de Kur'ân'ın tevili üzere savaşacaktır. Ebû Bekir ‘‘O ben miyim ey Allah'ın Resûlü?'' diye sorunca Resûlullah (s.a.a.) ‘‘Hayır'' buyurdular. Ömer ‘‘O ben miyim ey Allah'ın Resûlü?'' diye sorunca Resûlullah ‘‘Hayır, O ayakkabıyı onarandır'' buyurdular. Hz. Resûlullah (s.a.a.) onarması için ayakkabısını Ali'ye vermişti.
Hadisin isnadı sahihtir.[7]
Muhakkık Hüseyin Selîm Esed sahih notunu düştükten sonra da şu bilgileri verir: Bu hadisi Ahmed (Müsned, II, 33 ve 82) Veki ve Hüseyin b. Muhammed'den Onlar Fıtır b. Halîfe'de O da İsmâil b. Recâ'da bu isnadla tahriç etmiştir. Bu isnad da sahihtir.
Heysemî ise Mecmeü'z-Zevâid'de bu hadisi zikirettikten sonra şöyle der: Bu hadisin isnadındaki ricaller Fıtır b. Halîfe dışında sahihin ricalıdır. Fıtır ise sikadır (güvenilirdir.)[8]
Yani, isnad zincirindeki adamlar Fıtır dışında Sahihü'l-Buhârî'nin ricalıdır. Fıtır ise her ne kadar Sahîhü'l-Buhârînin adamı olmasa da güvenilir bir ravidir.
Ebû Saîd'den şöyle rivayet edilmektedir: Hz. Rasûlullah (s.a.a.) şöyle buyurdular:
“Ben nasıl ki Kur'ân'ın tenzili üzere savaştıysam içinizden Kur'ân'ın tevili üzere savaşan da olacaktır.'' Bunun üzerine Ebû Bekir ve Ömer kalkıp ‘‘Ben miyim?'' dediler. Hz. Resûlullah ‘‘Hayır, o ancak ayakkabıyı onarandır. Hz. Ali o esnada ayakkabısını onarıyordu.”
Bu hadis sahih olsa da hadisin bu isnad zinciri hasendir. Hadisin isnadındaki ricâl Fıtır hariç sahihü'l-Buhâri'nin ricâlidir.[9]
Hadise ilişkin değerlendirmeleri görüyor musunuz değerli dostlar.
Tahâvî'nin (h. 321) Şerhü Müşkilü'l-Âsâr adlı eseridir. Rivayet şöyledir:
Ebû Saîd el-Hudrî'den şöyle rivayet edilmektedir:
“Bizler oturmuş Hz. Resûlullah'ı (s.a.a.) bekliyorduk. Resûlullah, Aişe'nin odasından çıkarak yanımıza geldi. Ayakkabısı kopmuştu, onarması için Ali'ye verdi ve sonra da oturdu. ‘‘Kuşkusuz ben nasıl ki Kur'ân'ın tenzili üzere savaştıysam içinizden de Kur'ân'ın tevili üzere savaşan birisi olacaktır'' buyurdu. Bunun üzerine Ebû Bekir ‘‘O ben miyim?'' diye sorunca Resûlullah (s.a.a.) ‘‘Hayır'' buyurdular. Ömer ‘‘O ben miyim?'' diye sorunca Resûlullah ‘‘Hayır, O hücrede ayakkabıyı onarandır.'' buyurdular. Hz. Resûlullah (s.a.a.) onarması için ayakkabısını Hz. Ali'ye vermişti.
Recâü'z-Zebîdî dedi ki: Bir adam Kufe Mescidinin geniş avlusunda bulunan İmam Ali'ye gelerek ‘‘Ey Müminlerin Emiri! Na'l Hadisinde başka bir şey var mıydı?” dedi.
Hadisin isnadı sahihtir.[10]
Eserin muhakkıkı hadisin sahih olduğunu belirttiğinden sonra şu değerlendirmelerde bulunur: Yusuf b. Musa el-Kattân Buhârî'nin ricallerindendir. Onun üstündeki diğer şahıslar ise Şeyhayn'ın (Buhârî ve Müslim'in ricalindendir.) Sadece İsmâîl b. Recâ ve babası Recâ b. Ebî Rebîa Buhari'nin değil de Müslim'in ricalindendir.
Hadisin nasıl üst düzey bir sıhhate sahip olduğunu görebiliyor musunuz değerli okuyucular? İsnad zincirindeki ricallerin bir bölümü hem Buhari'nin hem Müslim'in, bir bölümü sadece Buhari'nin bir bölümü ise sadece Müslim'in ricalıdır. Bu durumda hadis en alt seviyesiyle Müslim'in şartlarına göre sahihtir.
Zaten bizim bu tespitimize yakın bir tespiti çağdaş bilginlerden Allame Nâsırüddîn Albanî de yapar. O bu hadisi tahriç eder ve hadisin Müslim'in şartlarına göre sahih olduğunu belirtir. Zehebî'nin Şeyhayn'ın şartlarına göre sahihtir değerlendirmesini kabul etmez, ona göre sadece Müslim'in şartlarına göre sahihtir. Yok eğer bu hadisin isnad kritiğinde Zehebî haklı ise ve Nâsırüddîn Albânî yanılıyor ise hadis en üst seviyede sıhhat derecesine sahip oluyor.
Tabi hadisin metni ise gözleri kamaştıran bir hakikate sahiptir. Rasûlullah (s.a.a.) ile İmam Ali (a.s.) yaptıkları savaşlar hususunda bir elmanın iki yarısı gibidirler. Rasûlullah (s.a.a.) Mekke müşrikleri ve diğer savaşlarında nasıl gün gibi haklıysa İmam Ali de savaşlarında mukabele sanatı gereği gün gibi haklıdır. Karşıt tarafta kimin olduğunun ne önemi var! Kur'an'ın hakiki manalarını bilen Ali haklıdır, diğerleri hakka karşı kılıç sallayan kimselerdir. Eğer sizin baktığınız ve durduğunuz yerden Ali haklı görünmüyorsa haklılık için belirlediğiniz ilkelerinizi gözden geçirmeniz gerekiyor. Tabi defalarca vurguladığımız gibi bizim durduğumuz noktadan olayın bize yansıyan boyutu bu şekildedir. Rabbimin huzuruna da şu an vefat edecek olursam bu inançla çıkıyorum.
Silsiletü'l-Ehâdîsi's-Sahîha adlı eserinde bu hadisi nakli ve değerlendirmesi şöyledir:
‘‘Ben nasıl ki Kur'ân'ın tenzili üzere savaştıysam içinizden bu Kur'ân'ın tevili üzere savaşan çıkacaktır.'' Râvî der ki; (Bu makam) Kime verilecek diye boyunlarımızı uzattık. Aramızda Ebû Bekir ve Ömer de bulunmaktaydı. Resûlullah ‘‘Hayır, (bu görevi yerine getirecek olan; çev.) ancak ayakkabıyı onarandır, yani Ali'dir.”
Hâkim'in ve diğerlerinin lafzı ise şöyledir: Ali başını kaldırmadı. Bunu Rasûlullah'tan daha önce işitmiş gibiydi.
Bu hadis, Buhârî ve Müslim'in şartına göre sahihtir. Zehebî de onun bu yargısına muvafakat etmiştir.
Ben (Albânî;) derim ki; bu hüküm, o ikisinin vehimlerindendir. Bu hadis sadece Müslim'in şartına göre sahihtir.[11]
Aslında Fıtır b. Halîfe de Albanî'nin belirttiği gibi Buhârî'nin ricalindendir. Fakat Dârekutnî'nin Onun hakkındaki “Buhârî Onunla ihticac etmezdi”[12] şeklindeki sözü hadisin isnadına yönelik tek olumsuz durumdur.
Hadisin bir başka şekli vardır ki lafız itibariyle diğerlerinden farklıdır. Zira bu hadisin yukarıdaki varyantlarında İmam Ali'nin kiminle savaşacağı Rasûlullah (s.a.a.) tarafından söylenmezken bizzat birazdan aktaracağımız varyantında Rasulullah kiminle savaşılacağını belirtir. İşin ilginci hadisin bu varyantı diğer varyantlarına nazaran zaman olarak daha erken dönemlere aittir. Bu varyant hicri 235. Yılında vefat eden İbn Ebî Şeybe'nin Musannefinde geçmektedir.
“Ebû Saîd el-Hudrî'den şöyle rivayet edilmektedir:
Bizler mescitte oturuyorduk. Hz. Resûlullah çıkıp yanımıza geldi. Sanki başlarımızın üstünde kuş varmış gibiydik. İçimizden hiç kimse konuşmuyordu. Hz. Resûlullah ‘‘Nasıl ki Kur'ân'ın tenzili üzere sizinle savaşıldıysa içinizden bir adam da Kur'ân'ın tevili üzere savaşacaktır'' buyurdular. Bunun üzerine Ebû Bekir ayağa kalkarak ‘‘O ben miyim ey Allah'ın Resûlü'' dedi. Hz. Resûlullah ‘‘Hayır'' buyurdu. Ömer ayağa kalkarak ‘‘O ben miyim ey Allah'ın Resûlü'' dedi. Hz. Resûlullah ‘‘Hayır. O ancak hücrede ayakkabıyı onarandır'' buyurdu. Ali, elinde Resûlullah'ın onardığı ayakkabısı olduğu halde hücreden çıkıp geldi.
Bu hadisin isnadı sahihtir”[13]
Eserin tahkikini yapan Muhammed Avvâme hoca hadisin isnadının sahih olduğunu belirtir.
Bu hadisler deyim yerindeyse İmam Ali'nin savaşlarının “MEŞRÛİYETİNİN” ve “HAKKANİYETİNİN” Nebi tarafından dile getirilmesidir. Nebi, İmam Ali'nin (as) savaşlarını tenzilin mukabili tevil olarak nitelendirmekte; bu konuda kendisi ile İmam Ali'yi bir tarafa diğerlerini de karşıt noktaya konumlandırmaktadır. Artık bundan sonra bu hadisi bırakıp da İmam Ali'nin mücadelesini “iktidar mücadelesiydi” olarak nitelendiren bir kimsenin görüşünün sıkıntılı bir görüş olduğu izahtan varestedir.
İkinci rivayet
Fie-i Bağiye rivayetleri: Bu rivayet bayağı meşhur ve hadis tekniği açısından sahih olduğundan iki tane sunmakla yetineceğiz. Ancak ilk önce bu hadise ilişkin İbn Abdülberr'in tanıklığını, daha sonra sahabe kanalından kimlerin rivayet ettiğini aktarmak istiyoruz:
Hz. Peygamber'in “Ammar'ı fie-i bağiye öldürecektir” hadisi mütevatir hadislerdendir. Bu hadis Onun gaybe ilişkin haberlerinden ve nübüvvetinin alametlerindendir ve en sahih hadislerdendir.[14]
Hadisi rivayet eden sahabîler:
Ebû Said el-Hudrî,[15] Ebû Katâde el-Ensârî,[16] Ümm-ü Seleme[17], Ebû Hüreyre,[18] Abdullah b. Amr b. el-As,[19] Osmân b. Affân,[20] Huzeyfe[21], Ebû Eyyûb[22], Ebû Râfî[23], Huzeyme b. Sâbit[24], Muâviye b. Ebî Süfyân[25],
Amr b. el-Âs[26], Enes b. Mâlik[27], Ziyâd b. Fard[28], Zeyd b. Ebî Evfâ[29] Ebü'l-Yüsr[30] ve Ammâr b. Yâsir'in bizzat kendisi.[31] Elbette ki bu isnad zincirlerinin bir bölümü sıkıntılı olacaktır ve hadis kritiği açısından zayıf veya uydurma olacaktır. Ancak başta Buhârî ve Müslim'in rivayet ettiği bu hadisi sırf siyasî olaylar için kullanıldığından ötürü mevzu ve uydurma saymak hakikatten uzak bir değerlendirmedir. Zira hayat sadece siyasetten ibaret değildir. Aynı perspektifle bakacak olursak hayatın bir parçası olan inanç, fıkıh, muamelat, ticaret ve ahlak noktasında yığınlarca hadis aktarılmış ve bu hadisleri değişik ve çeşitli gruplar kendilerinin görüşlerine delil olarak kabul etmişlerdir. Siyaset bazıları için birinci dereceden önemliyken bazıları için zühd, fıkıh, inanç ve diğer alanlar birincil dereceden önemlidir. Sırf Şia veya Ali'nin yararına diyerek bu tür hadisleri reddetmek risaletin misyonunu dar bir alana hapsetmek demektir. Risalet ilkeler ve prensipler düzeyinde irşadda bulunduğu gibi bizzat isim vererek de irşadda bulunur.
Her halükarda biz bu hadislerden biri Buhari diğeri Müslim'den olmak üzere iki hadisi aktaracağız.
“İkrime'den şöyle nakledilmiştir: İbn Abbâs bana ve oğlu Ali'ye ‘Ebû Saîd'e gidip ne dediğini dinleyin' dedi. Biz de kalkıp gittik. Bir de baktık ki, o bir bahçeyi suluyordu. Sonra ridasmı tuttu ve ayaklarını elbisesinin içine sokarak oturdu. Sonra da konuşmaya başladı. Derken lafı, cami yapımına getirdi ve şöyle dedi: ‘Biz kerpiçleri birer birer, Ammâr ise, ikişer ikişer taşıyordu. Allah Resulü onu böyle görünce üzerine bulaşan tozu temizlemeye başladı. Bir yandan da, şöyle buyurdu: ‘Vâh Ammâr'a!.. Onu azgın bir grup öldürecek... Ammâr onları cennete, onlar da kendisini cehenneme davet edecek...' Bunun üzerine Ammâr 'Fitnelerden Allah'a sığınırım!' dedi”[32]
Müslim, Sahihinde Ümm-ü Seleme'den şöyle rivayet etmektedir:
“Rasûlüllah (s.a.a.) Ammar'a: ‘Seni fie-i bağiye öldürecektir.' buyurmuşlar”[33]
Kâsitûn rivayetleri
Hz. Rasûlullah (s.a.a.) Ali, İbn Mesud, Ammâr b. Yâsir, Ebû Saîd el-Hudrî, Ebû Eyyûb el-Ensârî, Câbir b. Abdullah el-Ensârî gibi sahabîlerden aktarılan hadislerde İmam Ali'nin Kâsıtûn ile savaşacağını belirtmiştir. Kâsitûn sözcük itibariyle sapanlar, cevr edenler anlamına gelmektedir ki sözcük Kur'an-ı Kerim'de Cin suresinde sözcük bizzat bu anlamda da kullanılmıştır.
“وَاَمَّا الْقَاسِطُونَ فَكَانُوا لِجَهَنَّمَ حَطَباًۙ” “Hak yoldan sapanlar ise cehennemin yakıtı olmuşlardır.”[34]
Biz deyim yerindeyse Kurânî bir kavram olan bu sözcüğün Hz. Rasûlullah'ın (s.a.a.) dilinden döküldüğü bir nebevî buyruğun sıhhat/zayıf/mevzuluğunnu incelemeye çalışacağız.
İmam Ali'nin (a.s.) sırasıyla Nâkisun, Kâsıtun ve Mârikun ile mücadelesinden tarih boyunca rahatsızlık duyanlar olmuştur. Bu rahatsızlığı keşke olmasaydı diyenler belki mazur görülebilir, ama bu mücadelede Ali'ye (a.s.) hata bulmaya çalışma cüretinde olanlar da yok değildir. Tabi bu da nerede durduğunuza, olaya nereden baktığınıza ve temel aldığınız ilkelerin ne olduğuna bağlıdır. Olayı değerlendirenlerden isteğimiz eğer vahy perspektifinden bakacaksanız ne ala! Bu hususta ya Kur'an ayetlerini veya nebevî buyrukları temel alacaksınız. Konunun dallanıp budaklanmasından ve somut bir olaya Kurân ayetlerini masadak yöntemiyle sunmamız halinde tartışmaya mahal vereceğinden direkt olarak nebevî buyruklardan iki tanesini sunarak işe başladık. Bir tanesini de birazdan sunacağız.
Ama yok başka kriterleri temel alacaksanız lütfen bu kriterlerin sağlamlığına, insanî olup olmadıklarına, olayın öncesine ve sonrasına dikkat ediniz. Direkt olarak Ali'nin (a.s.) dönemindeki olaylardan başlamaktansa Ebu Bekir, Ömer ve Osman dönemlerinde İslam'ın ruhuna aykırı olan toplumsal tabakalaşmaya neden olan ve kamuoyunun ve insanlığın vicdanını rahatsız eden uygulamalara, aristokrat bir kesimin oluşmasına zemin hazırlayan ve dolayısıyla da isyanla son bulan sürece bakınız ve bunların da hakkını vererek değerlendiriniz. Zaten “halifedir, ne yaparsa yapsın hakkıdır” düşüncesi ve anlayışının kabulünden Ali (a.s.) dönemine gelindiğinde "Osman'ın katilleri ve isyankarlar Ali'nin yanında yer aldı" ve "ne olursa olsun Ali kısas uygulamalıydı" tarzındaki bir tutumun kendisi sağlıklı bir tutum değildir. Zira ilerde de ele alacağımız gibi olayın faillerinin kimler olduğunun tespiti bir tahkike gerek duymaktadır. Bir oldu bittiyle bizim tespit ettiğimiz adamlar suçludur ve cezalandırılmalıdır şeklindeki tutum çok su götürür. Konuyu ilerleyen bölümlerde etraflıca ele alacağız. Şu an sadece olayın adının doğru konulması üzerinde duruyoruz.
Bu hadisi rivayet edenlerin listesi
Kâsitûn hadisini rivayet eden sahabîlerin isimleri
Ali
Abdullah b. Mesud
Ebu Eyyûb el-Ensârî
Ammar b. Yasir
Cabir b. Abdullah
Ebu Said el-Hudrî
Bu hadisin sened tahkikine girerken bu hadis hakkında İbn Teymiyye'nin iddialı bir ifadesine kısaca işaret edelim. O, İmam Ali'nin kendisine itaat edilmesi arzusuyla bu savaşlara giriştiğini, başta Sahabe ve Tabiun olmak üzere bir çok kişinin Onun bu tutumunun yanlış olduğunu belirttiğini, hatta kendisinin de sonradan buna pişman olduğu, "böyle bir sonuçla karşılaşacağını tahmin etseydi hiç de böyle bir işe girişmezdi" şeklinde bir nedamet duygusunun olduğunu ve Cemel ve Sıffîn savaşı hakkında aktarılan Nâkisûn ve Kâsitûn hadislerinin Peygamberin dilinden uydurma hadisler olduğunu belirtir. Mârikûn ile ilgili hadislerin sahihliğini kabul eder.[35] Sadece şu kadarını söyleyelim ki hiçbir şey olmasa dahi hadisin sadece Mârikûn'a özgü kanalı bulunmamaktadır. Hadisin geliş kanallarının bütünü Nâkisûn, Kâsitûn ve Marikum'u birlikte anmaktadır. Bu da ısrarla dile getirdiğimiz “İslam Tarihinde ve günümüzde İslam Dünyasında Ehl-i Beyt, Ehl-i Sünnet ve Ümeyyeci din anlayışı üç ana akım vardır. Ümeyyeci din anlayışı kesinlikle Ehl-i Sünnet ana akımından ayrıdır” şeklindeki tezi de desteklemektedir.
Bütün bu iddialar elbette incelenmelidir, ancak biz sadece bizimle ilgili olan Kâsitûn, Nâkisûn ve Mârikûn rivayetlerinin sened kritiğini arz edeceğiz.
Ehl-i Beyt Mektebi açısından bu hadisleri değerlendirmeye gerek duymadığımızdan sadece Ehl-i Sünnet açısından hadis kritiğini yağacağız. Bu hadisler yukarıda da geçtiği üzere altı sahabe tarafından rivayet edilmektedir. İlerde de sened kritiğini sunacağımız gibi bunların bir bölümü hasen olup bir bölümü de kuvvetlidir. Dolayısıyla sahih li gayrihi mertebesine yükselmektedir.
İmam Ali'den rivayet edilen hadislerden örnek olarak iki tanesini sunalım.
Ebu Yala el-Mavsılî, Müsnedinde Ali b. Rebîa'dan şöyle rivayet etmektedir: Ali'nin (a.s.) şu minberinizde “Nâkisûn, Kâsitûn ve Mârikûn savaşmam Nebi'nin katî surette bana ahdü peymanıdır.”[36]
Bu hadisin isnadındaki ricallerin bütünü Rebî b. Sehl dışında sikadır. Cerh ve tadil alimleri onun zayıf olduğunu belirtseler de tazif sebebini söylemezler. Sadece Ebu Zura onun münkerü'l-hadis olduğunu belirtir, diğerleri gerekçeyi söylemeksizin zayıf olduğunu söylerler. Ama İbn Hibbân ise es-Sikat'ında onu zikir eder.[37] İbn Hibbân Onu dedesi Rekîn'e nispet eder.[38]
Ali (a.s.) sevgisi tazyif sebebi
Rebî b. Sehl İbn Hibbân Onu es-Sikâtında zikir ederken, Ebû Zura onu münkerü'l-hadis olarak nitelendiriyor. Ama İbn Hibbân Adiy b. Sâbit'ten hadis aktaran ve hadis sahasının müminlerin emiri olarak ve cerh ve tadil sahasının imamı olarak nitelendirilen Şube b. Haccâc gibi bir şahsiyetin kendisinden hadis aldığı bir şahsiyetin[39] münkerü'l-hadis olarak zayıf sayılmasında bir sıkıntı var. Bizzat bunun kendisi dahi Rebî'nin sika olması için yeter de artar bir sebeptir.
Ancak olayı biraz eşeleyince hakikat gün yüzüne çıkıyor. Zira Rebî “Seni ancak mümin sever ve sana ancak münafık buğz eder”[40] hadisinin rivayet edenlerden ve İmam Sadık'ın ashabından olunca[41] kaçınılmaz olarak münkerü'l-hadis sayılarak tazife uğrama gerekçesini insan anlayabiliyor.
İlginç olan şudur ki; İbn Hacer Lisânü'l-Mizân'da bu şahsın Ali (a.s.) hakkında Nebi'den aktarılan Mârikûn (Hariciler), Nâkisûn (Cemel Ashabı) ve Kâsitun (Muâviye ve taraftarları) ile ilgili savaşı rivayet ettiğini belirttikten sonra Ali b. Rebîa'dan hadisin sadece Hariciler ile ilgili kısmının sahih olduğunu diğer iki kısımla ilgili bölümünün sahih olmadığını söylüyor ki[42] bu Emevî meşrep bir zihin yapısını ortaya koymaktadır. Yukarıda İbn Teymiyye'nin de aynı görüş ve kanaatte olduğunu belirtmiştik. Yani sanki Hz. Peygamber'e sen nasıl Muâviye hakkında söz söylersin gibi bir mana çıkıyor. Değerli okuyucular değerlendirsinler...
“Nâkisûn, Kâsitûn ve Mârikûn ile savaşmam Nebi'nin katî surette bana ahdü peymanıdır” şeklindeki bir hadiste Nâkisûn ve Kâsitûn bölümünün sahih olmayıp Mârikûn bölümünün sahih sayılması akıl tutulması değilse başka ne ile izah edilebilir.
İmam Ali'den rivayet edilen ikinci bir hadisi ve sened kritiğini sunalım. Belâzurî Ensâbüü'l-Eşrâf adlı eserinde şöyle rivayet etmektedir: Bana Ebû Bekir el-Ayen ve diğerleri rivayet ettiler ve dediler ki; bize Ebu Nuaym el-Fazl b. Dükeyn rivayet etti ve dedi ki; bize Fıtır b. Halife, Hakim b. Cübeyr'den şöyle rivayet etmektedir: İbrahim'in şöyle dediğini işittim: Alkame diyordu ki; Ali'nin (a.s.) “Nâkisûn, Kasıtin ve Mârikûn ile savaşmakla emir olundum” dediğini işittim. Ebu Nuaym bize dedi ki; Nâkisûn Cemel ehlidir, Kâsitûn Sıffin ehlidir. Mârikûn ise Nehrevan ehlidir.[43]
Bu hadisi Fıtır kanalından İbn Adiy el-Kâmil'inde ve İbn Asâkir de Tarihinde rivayet etmişlerdir.[44]
Bu hadisin isnadıı Hâkim b. Cübeyr el-Esedî dışında sikadır. Hâkim b. Cübeyr'in zayıf oluşunun nedeni ise aşırı bir Şiî oluşudur.
Tabi Şiî damgası yiyen kimseyi biraz araştırmak gerekiyor. Zira ideolojik yaklaşımı göz ardı edemiyoruz. Her ne kadar İbn Adiy Onun tercüme-i halinde zayıftır dese de tercüme-i halinde zikir ettiği hadisler öyle aşırıya kaçan hadisler değil. Örneğin “Ey Ali sen benim dünya ve ahirette kardeşimsin” hadisi ile “Her şeyin bir zirvesi vardır ve Kur'an'ın zirvesi de Bakara Suresidir.” vb yakın hadisler var ki aşırı Şiîliği neden olacak kayda değer bir şey göze çarpmıyor. Hatta Hakim en-Nişaburi, Hakim b. Cübeyr'in bulunduğu bir kanal hakkında şöyle der: Bu hadis sahih isnad zincirine sahiptir. Buhari ve Müslim bu hadisi tahriç etmemişlerdir. Buhari ve Müslim zayıflığından ötürü Hakim b. Cübeyr'den tahriç etmezler.[45] Ebu Zura “Mahalluhu's-sıdk (yeri sıdktır)”[46] ifadesini kullanırken Tirmizî onun isnad zincirinde bulunduğu çeşitli hadisler için “haza tarîkun hasenun (bu kanal hasendir)”[47] ifadesi kullanır.
Görüldüğü gibi bu kanallar sahihtir diyemesek de rahatlıkla hasendir diyebiliriz. Ama hasenlikleri de öyle yalan, hadis uydurma vb nedenler değil Ali sevgisi ve Şiâlık ki biz bunlara yukarıda değindik.
Kâsitûn, Mârikûn ve rivayetlerinin İmam Ali'den aktarıldığına dair daha başka bir çok kanal varsa da biz yazının hacmini genişletmek istemediğimizden bunlara girmeyi uygun görmüyoruz. Ancak araştırma yapacak olanlar şunu rahatlıkla göreceklerdir ki zayıf sayılan isnad zincirlerinin bir bölümündeki yegane sebep Şiîlik ve Rafızîliktir. Tarih boyunca Ehl-i Beyt mektebi müntesiplerinin bir bölümü inançlarını ve benimsedikleri hadisleri rivayet etmişlerdir. Ancak rivayet ettiğimiz bu hadisler Ehl-i Beyt Marifetine aşina olmayanlar tarafından “münkerlik” ile karşılanmış, şahısların şahsiyetlerine ilişkin bir söz söylenememiştir.
Biz örnek olsun diye sadece bir tanesini sunacağız. İbn Asâkir Târîhü Medîneti Dımaşkında şöyle rivayet etmektedir: “… Cafer el-Ahmer'den, O Yunus b. Erkam'dan O da Eban'dan O da Halid el-Kasrî'den şöyle rivayet etmektedir: Müminlerin Emiri Ali'nin Nehrevân savaşında ‘Rasûlullah (s.a.a.) bana Nâkisûn, Mârikûn ve Kaasıtun ile savaşmamı emretti' buyurduğunu işittim.[48]”
Hadisin bu geliş kanalı Cafer el-Ahmer'den Halid el-Asrî'ye kadar Şiîdir. Ebân'dan kasıt Ebân b. Ebî Ayaştır. Ehl-i Sünnet'e göre Ebân metruktür. Şube b. Haccâc onu Şiilikle itham etmiş ve onun hakkında ileri geri konuşmuştur. Ancak bu itham kesinlikle yalancılıkla itham değildir. İbn Hacer'in Onun hakkında kullandığı ifadeler: “Kesinlikle yalan söylemez ancak bazen yanılıp karıştırdığı olabilir. Şu var ki Şube'nin de dediği zayıflıktan daha çok sıdka yakındır.”[49]
İmam Ali'den Kâsitûn, Nâkisûn ve Mârikûn hadisleri o derece yaygındır ki rahatlıkla müstefizdir diyebiliriz. Fakat makalemiz sadece o hadise özgü olsaydı geliş kanallarının bütününü sunardık.
İbn Mesud'dan rivayet edilenler
İbn Mesûd'dan rivayet edilen kanallardan bir veya iki tanesini sunup kısaca sened tahkikini yaparak geçeceğiz.
İbn Asâkir, Hâkim en-Nîşâbûrî'den şöyle rivayet etmektedir: Bize Ebû Saîd İsmâîl b. Ahmed b. Abdülmelik ve Ebû Nasr Ahmed b. Ali b. Muhammed rivayet ettiler ve dediler ki; Bize Ebû Bekir b. Halef, Hâkim Ebû Abdullah, İmam Ebû Bekir Ahmed b. İshak el-Fakîh, Hasan b. Ali, Zekeriyya b. Yahyâ el-Harrâr el-Mukrî, İsmâîl b. Abbâd el-Mukrî, Şerîk; Mansûr'den O İbrâhim'den O Alkame'den O da Abdullah (b. Mesûd)'dan şöyle rivayet etmektedir: Hz. Rasûlullah (s.a.a.) çıkıp Ümm-ü Seleme'nin evine geldi. O esnada Ali (a.s.) da geldi. Hz. Rasûlullah (s.a.a.) şöyle buyurdu: Ey Ümm-ü Seleme! Vallahi, bu benden sonra Kâsitin, Nâkisûn ve Mârikûn ile savaşacaktır.[50] İbn Asâkir bu hadisten hemen sonra aynı hadisi biraz daha detaylı bir tarzda nakil eder. Rasûlullah'ın çıktığı evin Zeyneb bt. Cahş'ın evi olduğu İmam Ali'nin Hz. Rasûlullah'tan hemen sonra geldiğini vb ayrıntıları daha sunar.[51]
Hemen sened değerlendirmesine geçelim. Bu hadis hakkında Albânî: “Bu isnad oldukça zayıf bir isnaddır. Bu hadisin afeti İsmâîl b. Abbâd'dır.”[52] İsmâîl Ehl-i Sünnet'in cerh ve tadil bilginlerince mecruhtur. Ancak Ehl-i Bey mektebi açısından bakacak olursak İmam Rıza'nın (a.s.) ashabındandır.[53]
Ancak biz bu hadisin Taberânî'de geçen diğer iki kanalının sunduktan sonra hükme varmaya çalışacağız.
Taberânî bu hadisi Mucemü'l-Evsat^ta şöyle rivayet etmektedir: Bize Heysem rivayet etti ve dedi ki; bize Muhammed b. Ubeyd el-Muhâribî rivayet etti ve dedi ki; bize Velîd, Ebû Abdurrahmân el-Hârisî'den O da Müslim el-Mullâî'den O da İbrâhîm'den O da Alkame'den O da Abdullah b. Mesud'den şöyle rivayet etmektedir: Ali, Nâkisûn, Kasitin ve Mârikûn ile savaşmakla emir olundu.[54]
Bu hadisin isnadında Müslim b. Keysân e-Mullâî el-Aver bulunmaktadır ki rical alimleri ona zayıf saymış ve hadisini de terk etmişlerdir.[55] Ancak Hâkim en-Nîsâbûrî el-Müstedrek'inde onun bulunduğu bir kanalı sahih olarak saymıştır, ondan iki hadis aktarmış, her ikisinde de ‘Bu hadisin isnadı sahih olduğu halde Buhârî ve Müslim tahriç etmemişlerdir.' [56] Müslim b. Keysan İmam Sadık'ın ashabındandır.[57]
Bu da akla Müslim b. Keysân'ın hadiste ideolojik yaklaşımın kurbanı olarak gittiği düşüncesini direkt olarak akla getiriyor.
Hadisin ikinci geliş kanalını Taberânî Mucemü'l-Kebîr'inde şöyle rivayet etmektedir: Biz Muhammed b. Hişâm el-Müstemlî rivayet etti ve dedi ki; bize Abdurrahmân b. Sâlih rivayet etti ve dedi ki; bize Âiz b. Habîb rivasyet etti; bize Bükeyr b. Rebîa rivayet etti ve dedi ki; bize Yezîd b. kays, İbrâhim'den O Alkame'den O da Abdullah b. Mesud'dan rivayetine göre O şöyle der: Rasûlullah (s.a.a.) Nâkisûn, Kasitin ve Mârikûn ile savaşmayı emretti.[58]
Hadisin isnadında meçhul olan Yezîd b. Kays vardır.
Hadisin bu şekli zayıf ile sahih arasında gidip gelmektedir. Hakim en-Nişâbûrî'nin ifadelerini kanıt olarak kabul edecek olursak hadis sıhhat derecesine yükseliyor, yok diğer cerh ve tadil alimlerinin sözlerini kanıt olarak kabul edecek olursak zayıftır.
Ammâr b. Yâsir'den rivayet edilenler
Bu bölümde sadece Ebû Yala'nın Müsned'i ile Mecmeü'z-Zevâid'de Ammâr'dan aktarılan kanalı sunacağız.
Ebu Yala Müsnedinde şöyle der: Bize Salt b. Mesud el-Cahderî rivayet etti ve dedi ki; bize Cafer b. Süleymân rivayet etti ve dedi ki; bize Halîl b. Mürre, Kâsım b. Süleymân'dan O babası kanalıyla dedesinden şöyle rivayet etmektedir: Ammâr b. Yâsir'in şöyle dediğini işittim: Nâkisûn, Kasitin ve Mârikin ile savaşmakla emir olundum.[59]
Hadisin isnadı zayıftır. Hadisin isnadında hakkında Ukaylî'nin “Halil b. Mürre vardır. Hadisi sahih değildir.” dediği[60] Kasım b. Süleymân bulunmaktadır. Ukaylî ed-Duafa'sında yukarıda serd ettiğimiz bu hadisi aktardıktan sonra “ولا يثبت في هذا الباب شئ/Bu konuda sabit olan bir şey yoktur” diyerek görüşünü de belirtir.[61]
Bu değerlendirme ideolojik bir değerlendirmedir ve hadisi reddinin arka planında başka nedenler vardır dersek abartmış olmayız. Çünkü hem Kâsım b. Süleymân İmam Sadık'ın ashabındandır hem de İbn Hibbân onu es-Sikâtında zikir eder.[62]
Heysemî Mecmeü'z-Zevaid'inde Ebu Saîd Akîysâ'dan şöyle rivayet eder: Bizler Sıffîn'e gitme niyetindeyken Ammâr'ın şöyle dediğini işittim: Rasûlullah (s.a.a.) bana Nâkisûn, Kâsitûn ve Mârikûn ile savaşmamı emretti. Hadisin isnadında Ebû Saîd bulunmaktadır ki bu şahıs metruktür.[63]
Ebû Saîd ise ideolojik yaklaşıma kurban gidenlerdendir. Hakim Onun hakkında “Sika ve memun” derken[64], Zehebî de onun bu hükmüne muvafakat etmekte, İbn Hibbân de es-Sikâtında zikir etmektedir.[65] Bu zat İmam Ali'nin ashabındanm olup Tabiun kuşağındandır. Her halükarda metruk değil sika bir şahsiyettir.
Onu hakkında Minkarî'nin, İbn Ebi'l-Hadid'in ve ed-Dulâbî'nin rivasyetlerine girmek istemiyoruz.
Bu kanalın kuvvetli bir şahidi vardır ki yukarıda İmam Ali'den müstefiz kanallarla sunduğumuz hadisler, hadisin bu kanalını sıhhat derecesine yükselmektedirler.
Ebu Said el-Hudrî kanalından rivayet edilenler:
İbn Asâkir… Ebû Hârun el-Abdî kanalıyla Ebû Saîd el-Hudrî'den şöyle rivayet etmektedir:
Hz. Rasûlullah (s.a.a) bize Nâkisûn, Kasitin ve Mârikûn ile savaşmamızı emretti. Biz: “Ey Allah'ın Rasulü! Sen bunlarla savaşmamızı emrettin, peki biz kimin komutasında olup onlarla savaşacağız” diye sorunca Rasûlullah (s.a.a.): “Ali b. Ebî Tâlib'in komutasında. Ammâr b. Yâsir de onun safında öldürülecektir.”[66]
Hadisin bu kanalı Ebû Hârun el-Abdî'den dolayı zayıf sayılmıştır. Ancak zayıf sayılış gerekçesi Şiî oluşu ve rivayet ettiği hadislerin içerikleridir.[67]
Ebû Eyyûb el-Ensârî kanalından gelenler
Hâkim iki kanalla ondan rivayet etmektedir:
İlki… İkab b. Salebe'den şöyle rivayet etmektedir: Bana Ebû Eyyûb el-Ensârî Ömer b. Hattâb'ın halifeliği şöyle rivayet etti: Hz. Rasûlullah (s.a.a.) Ali b. Ebî Tâlib'e (a.s.) Nâkisûn, Kâsitûn ve Mârikûn ile savaşmasını emretti.
İkinci kanal: Hakim dedi ki; bize Ebû Bekir b. Bâleveyh rivayet etti…. Esbağ b. Nebâte'den O da Ebû Eyyûb el-Ensârî'den şöyle rivayet etmektedir:
Hz. Nebi'nin (s.a.a.) Ali b. Ebî Tâlib'e (a.s.) ‘Sen Kâsitûn, Nâkisûn ve Mârikûn ile savaşacaksın' dediğini işittim. Ebû Eyyûb dedi ki; Ey Allah'ın Rasulü! Bu toplulukları karşı kimin yanında savaşacağız, diye sorunca şöyle buyurdular: Ali b. Ebî Tâlib'in yanında.[68]
İlk hadisin isnadında İtâb b. Salebe var. Bu şahıs tabiin kuşağından olduğu halde tanınmamaktadır. İkincisinde ise Muhammed b. Yûnus el-Kureşî bulunmaktadır. Bir bölümü onu sika sayarken bir bölümü ise onu itham etmişlerdir.[69] Gerçi ikinci haadiste Ali b. el-Hazûr ile İmam Ali'nin meşhur yarenlerinden Esbağ b. Nebâte bulunmaktadır ki bunlar da doğru sözlü olmalarına rağmen Şiîlikleri itibariyle zayıf sayılmışlarsa da bu artık ideolojik yaklaşımın zirvesidir.
Ebû Eyyûb'tan Kasîtuni, Nâkisûn ve Mârikûn ile çatışma hadisini Taberanî ve İbn Asakir de rivayet etmektedir.[70]
Bu rivayetler sened itibariyle birbirini desteklemekte ve dolayısıyla senede kuvvet katmaktadırlar.
Bu alanda Cabir b. Abdullah el-Ensârî'den sadece bir rivayet bulunmaktadır.
Suyûtî ed-Dürrü'l-Mensûr adlı eserinde İbn Merdeveyh kanalıyla Câbir b. Abdullah'tan O da Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: “Ya seni alıp götüreceğiz, onlara da hak ettikleri cezayı vereceğiz” (39/ez-Zuhruf/41) ayeti Ali b. Ebî Tâlib hakkında nail olmuştur. Benden sonra ve Kâsitûn'dan intikam alacaktır.[71]
Zaten ayetin içeriğine bakıldığı, surenin Mekkî ve muhatapların kim oluşu göz önüne alındığında masadak olarak Ali'nin (a.s.) savaşları akla gelmektedir. Ayet açık bir şekilde Allah azze ve cellenin intikam almasından bahs etmektedir. Aksi takdirde ayetin bu bölümü vaîd-ı ilahînin gerçekleşmediği gibi bir durumu ortaya çıkarmaktadır. İşin ilginci bu hadiste Mârikûn zikir edilmemiş, sadece o dönem Mekke'de yaşayanların başını çektikleri Kâsitûn ve Nâkisun zikir edilmiştir. Bu rivayetin sened yönünden uydurma olduğunu varsaysak dahi içerik bütünüyle ayetle uyuşmaktadır. Suyuti bu ayetin tefsiri hakkında beş tane rivayet aktarır. Dört tanesi intikam olayının kaldığını bir tanesi ise yukarıda zikir ettiğimiz intikam olayının İmam Ali (a.s.) ile tahakkuk ettiğini belirtmektedir. Ayetin ifadesi zahir düzeyinde hatta belki nass düzeyinde bu intikam olayının tahakkuk edeceğini belirtmektedir. Beri taraftan tevhid-i efalî perspektifinden bakacak olursak İmam Ali'nin Nâkisûn ve Kâsitûn savaşlarının tekvini ve teşriî iradenin onayından geçtiğini göstermektedir.
İbn Abbâs'tan rivayet edilenlerden bir rivayet bulunmaktadır. Biz bu rivayeti aktarara bu bölümü sonlandıracağız.
Beyhaki el-Mehâsin ve'l-Mesâvî adlı eserinde Saîd b. Cübeyr'den şöyle rivayet etmektedir: Abdullah b. Abbâs Mekke'de Zemzem kuyusunun yanında açıklamalarda bulunuyordu, Biz de onun yanındaydık. Sözünü bitirince bir adam onun karşısında ayağa kalkarak şöyle dedi: Ey İbn Abbâs! Ben Şam ahalisinden ve Humus diyarından bir bireyim. Onlar Ali b. Ebî Tâlib'ten beri olduklarını ilan ediyor ve ona lanet ediyorlar.
İbn Abbâs: Allah dünyada da Ahirette de onlara lanet etsin ve onlar için alçaltıcı bir azap hazırlasın…. Evet O benim hem dünyada hem de Ahirette kardeşimdir. En üst makamda benimle birlikte bulunacaktır. Şahid ol ey Ümm-ü Seleme! Ali Nâkisûn, Kasitin ve Mraikin ile savaşacaktır.
İbn Abbâs devamla şöyle dedi: Allah için onların öldürülmesinde rıza, ümmet için salah ve dalalet ehli için hışım vardır.
Şamlı adam: Ey İbn Abbâs! Nâkisûn kimlerdir?
İbn Abbas: Medine'de Ali'ye biat edip Basra'da onunla savaşanlardır. Ali (a.s.) onlarla Basra'da savaştı. Onlar Cemel ashabıdırlar. Kâsitun ise Muâviye ve ashabıdır. Mârikun ise Nehrevân ehli ve onlarla birlikte olanlardır.
Şamlı: Ey İbn Abbâs! Sinemi nur ve hikmetle doldurdun. Benim sıkıntımı giderdin. Tanıklık ederim ki Ali benim mevlam, bütün mümin erkek ve kadınların mevlasıdır.[72]
Hadis çok uzun olduğundan sadece ilgili bölümü sunduk.
Bu hadisleri yanyana koyunca Kâsitûn hadislerinin sahih olduğu sonucuna ulaşabiliriz.
Sonuç
Bu hadislere göre Muaviye ve taraftarları KÂSİTÛN ve FİE-İ BÂĞİYE'dir. Yani haktan ve adaletten sapanlar ve azgın çete grubudur. Rasûlullah'ın onayından geçen Hz. Ali ise bu savaşta “EL-HAK” tarafını teşkil etmektedir. Dolayısıyla nasıl ki Allah azze ve celle Hz. Rasûlullah'ın mücadelesini iktidar, sömürü, krallık mücadelesi olarak adlandırmıyorsa Onun elçisi de Hz. Ali'nin mücadelesini iktidar, erki geçirme mücadelesi olarak zulüm edenler, haksızlık edenler ve sapanlar ile mücadele olarak nitelendirmektedir. Yazıda da vurguladığımız gibi bu bizim görüşümüzdür, kimseye bunu dikte ettirme gibi bir niyetimiz yok. Delilin bizi getirdiği nokta burasıdır. Allah azze ve celle hakka tabi olmayı nasip ve müyesser eylesin.
Devam edecek...
[1] Adnan Demircan, Ali-Muâviye Kavgası, Beşinci baskı, Beyan Yayınları, 2017 -istanbul
[2] Gerçi Demirdan Hoca “Kur'an'ın Gölgesinde İktidar Mücadelesi” gibi bir başlık atmışsa da bu başlık Kur'an ayetlerine dayanarak mücadelenin değerlendirilmesi olarak değil de Tahkim Olayına atfen atılan bir başlıktır.
[3] Gerçi iktidar ve mülk hakkı teslim etmek, adaleti ikamet etmek şeklinde olumlu anlamda kullanılabilirse de Demircan Hoca'nın olaya yaklaşımı bu perspektiften biraz uzak olduğundan akla genel olarak olumsuz çağrışımı ve manasıyla iktidar mücadelesi geliyor. Biz de eleştiriyi biraz da buna yaptık. Kaldı ki Hz. Peygamber tarafından tarafeyne yönelik açık ve net bir tanımlama söz konusu.
[4] Bkz, Bakara 146 ve Enam 20
[5] Yusuf 6, 21, 36, 37, 44, 45, 100, 101; Kehf 78-82; Nisa 59; İsra 35, Âl-ı İmrân 7 (iki defa); Araf 53; Yunus 39; Yusuf,
[6] Konuyla ilgili olarak Seyyid Kemal Haydarî'nin “Kur'ân-ı Kerim'in tevili ve İmam Ali'nin tevil için savaşması” adında on derslik bir çalışması tarafımızca Türkçe'ye kazandırılmış olup https://www.medyasafak.net/haber sitesinde yayınlanmıştır. Hadisin bütün varyantları, senet kritikleri ve mefhumu ele alınıp incelenmiştir.
[7] Ahmed b. Ali b. Müsennâ et-Temîmî (h. 307), Müsnedü Ebû Ya'lâ el-Mevsılî, c. 2, s. 341-342, Hadis No: 1086, Müsned-ü Ebî Saîd el-Hudrî bölümü, Tahkik: Hüseyin Selim Esed, 2. Baskı, Dârü'l-Memûn li't-Türâs, 1989, Beyrut
[9] Müsnedü İmam Ahmed, c. 17, s. 390, Hadis No: 11289, Tahkik (bu cildin tahkiki): Şuayb el-Arnavût, Muhammed Nuaym Akarkûsî ve Nuaym Zi'bîk, Müessetü'r-Risâle, Beyrut
[10] Tahâvî, Ebû Cafer Ahmed Şerhü Müşkilü'l-Âsâr, c. 10, s. 237, hds no: 4058, Tahkik: Şuayb Arnâvût, Müessesetü'r-Risâle.
[11] Allâme Muhammed Nâsırüddîn Albânî, Silsiletü'l-Ehâdîsi's-Sahîha, c. 5, s. 639-640, Hadis No: 2487.
[13] İbn Ebî Şeybe (h. 235), Ebûbekir Abdullah b. Muhammed, el-Absî el-Kûfî, el-Musannef, c. 17, s. 105, Hadis No: 32745, tahkik: Muhammed Avvâme, Müessesetü Ulûmi'l-Kur'an, 1. Baskı, 2006, Beyrut
[14] İbn Abdülberr (h. 462), Ebû Ömer Yûsuf b. Abdullah, el-İsâbe fî marifeti'l-Ashâb, s. 484, madde no: 1705, Bâbü Ammâr, Thk ve tahriç: Adil Mürşid, Dârü'l-Alam, 1. Baskı, 2002
[15] Buhârî, Sâhih, Kitâbü's-Salat, Bâbü't-Teâvuni fi Binâi'l-Mescid, hds no: 447
[16] Müslim, Sahîh, Kitâbü'l-Fiten ve Eşrâtü's-Saat, ‘Babün la takumu's-aatü hatta tabude davsun za'l-halasa' hds no: 2915
[17] Müslim, Sahih, Kitâbü'l-Fiten ve Eşrâtü's-Saat, ‘Babün la takumu's-aatü hatta tabude davsun za'l-halasa' hds no: 2916
[18] Tirmizî, Sünen (Cami), Kitabü'l-Menâkıb, Babu Menakıbı Ammâr b. Yâsir ve Künyetuhu Ebü'l-Yakazân, hds no: 3800
Hadis hakkında Tirmizî ve Albânî sahih kaydını düşerler. Bkz: Sünenü't-Tirmizî, s. 725 Tahkik: Raid b. Sabrî b. Ebî Alafe, Dârü'l-Hıdâre, 1436, Riyad
[19] Ahmed, Müsned, c. 11, s. 42, hds no: 6499 (Müsnedü Abdulllah b. Amr b. el-As. Arnavut: hadis sahihtir notunu düşer.); Nesaî, Sünenü'l-Kübra, hds no: 8496
[20] Ebu Yala, Mucem, hds no: 181, İdâretü'l-Ulûmi'l-Eseriyye, Faysâlâbâd, 1407; Taberânî (h. 360), Mucemü's-Sağîr, C.1, S. 182, Babü'l-Ayn, Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye, 1403-Beyrut
[21] Bezzâr, Ebu Bekir Ahmed b. Amr bç. Abdülhalık, Müsned (el-Bahrü'z-Zehhâr), c. 7, s. s. 351 (Müsnedü'l-Bezzâr bölümü) Tahkik: Mahfûzurrahman Zeynüllah, Mektebetü'l-Ulum ve'l-Hikem, Medine, 1415
[22] Taberanî, Mucemü'l-Kebir, c. 4, s. 168, hds no: 4030 Thk ve tahriç: Hamdî Abdülmecid es-Selefî, Mektebetü İbn Teymiyye
[23] Ebû Yala, Mucem, hds no: 181; Mucemü'l-Kebîr, c. 1, s. 320 hds no: 954
[24] Mucemü'l-Kebir, c. 4, s. 85, hds no: 3720
[25] Ebu Yala, Müsned, hds no: c.13, s. 353, hds no: 7364; Mucemü'l-Kebir, c. 19, s. 331
[26] Ebû Yala, Müsned, hds no: 7342 ve 7346 (Müsmed-ü Amr b. el-As)
[27] Taberani, Mucemü'l-Evsat, c. 6, s. 248-249, hds no: 6315 thk:Ebu Muaz Tarık b. İvezullah b. Muhammed-Ebü‘l-Fazl Abdülmuhsin b. İbrahim el-Hüseyin, Darü'l-Haremeyn
[28] Mucemü‘l-Kebîr, c. 5, s. 266, hds no: 5296
[29] Mucemü'l-Kebîr, c. 5, s. 220-221, hds no: 5146; İbn Asam, Ebû Bekir, Ahmed b. Amr b. Dahhâk, el-Âhâd ve'l-Mesânî, hds no: 2707, Thk: Basım Faysal Ahmed Cuveybire, Dârü'r-Râye, Riyâd-1411
[30] Mucemü'l-Kebîr, c. 5. S. 266, hds no: 5296. İbn Şihab aynı hadisi hem Ebü'l-Yüsr'den hem de Ziyad b. Ferd'den rivayet etmiştir.
[31] Heysemî, Buğyetü'l-Bâhis, s. 924 hds no: 1017-1018, thk: Hasan Ahmed Salih el-Bâkirî; Bezzâr, c. 4, s. 256, hds no: 1428; Ebu Yala, c. 3, s. 189, hds no: 1614; Mucemü'l-Evsat, c. 7, s 291, hds no: 7526
[32] Buhâri, Sahîh, Kitâbü's-Salât, Bâbü't-Teâvun fi Binâi'l-Mescid, hds no: 447
[33] Sahih-ü Müslim, hds no: Kitabü'l-Fiten ve Eşratü's-Saat, hds no: 2916
[35] İbn Teymiyye, Ebü'l-Abbas Takiyyüddin Ahmed, Minhacü's-Sünneti'n-Nebeviyye, c. 4, s. 389; c. 6, s. 112, 209, 333; c. 7, s. 452; c. 8, s. 145, 231 ve 526, Thk: Muhammed Reşâd Sâlim.
[36] Müsnedü Ebî Yala, c. 1, s. 397, hds no: 519; Bezzâr, Müsned, c. 3, s. 26, hds no: 774; Ukaylî, Ebu Cafer Muhammed b. Amr b. Musa b. Hammâd, ed-Duafaü'l-Kebîr, c. 2, s. 51, 482, Thk ve tevsik: Doktor Abdülmuti Emin Kalacî, Menşurâtü Muhammed Ali Baydûn, Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut; İbn Asâkir, Hafız Ebü'l-Kasım Ali b. Hasan b. Hibetullah b. Abdullah, Târîhu Medîşneti Dıımaşk, c. 42, s. 468, Tahkik: Ali Şiri, Darü'l-Fikir, Beyrut, 1415; İbnü'l-Esir, Üsdü'l-Gabe fi Marifeti's-Sahâbe, s. 883, harfü'l-ayn, madde no: 3790, Dârü İbn Hazm, 1. Baskı, 2012, Beyrut;
[37] Heysemî, Mecmeü'z-Zevâid, c. 15, s. 179, hds no: 12086, Kitabü'l-Fiten, Babu Fima kâne beynehum Yevme Sıffîn, Thk: Hüseyin Selim Esed ed-Daranî,
[38] Es-Sikât, c. 6, s. 296, Mimmen İbtedee ismuhu Ala'r-Raî, Dârü'l-Meârifi'l-osmaniyye, 1. Baskı, 1393
[39] es-Sikat, c. 6, s. 296
[40] Askalânî, Ahmed b. Ali b. Hacer, Lisânü'l-Mizân, c. 3, s. 449-450, 3121 nolu tercüme-i hal, Edit: Abdülgfettâh Ebu Gudde, 1. Baskı, 1423, Beyrut
[41] Tûsî, Ebu Cafer Muhammed b. Hasan, Rical, s. 203, 25999 nolu tercüme-i hal, thk: Cevâd Feyyûmî İsfahânî, Müesssesetü'n-Neşri'l-İslâmî, Kum- 1415
[43] Belâzurî, Ensabü'l-Eşraf, c. 2, s. 137-138, Thk: Şeyh Muhammed Bakır Mahmudî, Müessesetü'l-alemî, 1. Baskı, Beyrut-1394
[44] İbn Adiy (365), el-Kâmil fi'd-Duafâ, c. 2, s. 219 madde no: 402 Hakim b. Cubeyr el-Esedî; Thk: Doktor Süheyl Zekkar, Dârü'l-Fikir, 3. Baskı, 1989; İbn Asakir, Tarihü Medîneti Dımaşk, c. 42, s. 469, Thk: Ali Şiri, 1. Baskı, 1417- Beyrut
[45] El-Müstedrek, c. 1, s. 740, hds no: 2059, Kitabü Fedaili'l-Kur'an, Ahbaruu fi Fadli Sureti'l-Bakara
[46] Mecmeü'z-Zevâid, c, 7, s. 508, hds no: 5188, Kitâbü's-Sıyam, Babu Sıyami'l-Aşura
[47] Tirmizî, Sünen, Kitabü's-Salat, Babu Ma cae fi't-tacili fi'z-Zuhr, hds no: 155 (Tirmizi: Hadisu Aişe hadisun hasenun); Kitabü'şl-Menâkıb, hds no: 3804, bab no: 85 “Haza hadisun hasenun garibun (Bu hadis hasen gariptir.)” Ancak gariplik gerekçesi Hakim b. Cübeyr değil de Zeyd b. Ebî Evfa'dır.
[48] Tarihu Medineti Dımaşk, c. 42, s. 469.
[49] İbn Hacer, Tehzibü't-Tehzib, c. 1, s. 85-86, 175 nolu madde Ebî Davud (Eban)'ın tercüme-i hali.
[50] Tarihü Medîneti Dımaşk, c. 42, s. 470
[52] Silsiletü'l-Ahâdîsi'd-Daîfa ve'l-Mevdûa, c. 10, s. 560, hds no: 4907, Mektebetü'l-Meârif, 1. Baskı, 1422- Riyad
[53] Et-Tûsî, Ricâl, s. 352, 5207 nolu tercüme-i hal, thk: Cevâd Kayyûmî İsbâhânî, Müessesetü'n-Neşri'l-İslâmî, Kum-1415
[54] Mucemü'l-Evsat, hds no: 9434 (İsmi Heysem olanlar); Mucemü'l-Kebîr, c. 10, s. 112, hds no: 10054 (
[55] El-Mizzî, Tehzîbü'l-Kemâl, c. 27, s. 530- 535, 5939 nolu tercüme-i hal
[56] El-Müstedrek, Kitâbü'l-Etıme, c. 4, s. 132, hds no: 7128; Kitâbü'l-Libas, c. 4, s. 217, hds no: 7420
Hakim her iki hadis için de bu
[57] Tûsî, er-Rical, s. 232, 3153 no'lu tercüme-i hal.
[58] Mucemü'l-Kebîr, c. 10, s. 112, hds no: 10053
[59] Ebû Yala, Müsnedd, c. 3, s. 194-195, hds no: 1623
[60] Ukaylî, ed-Duafâü'l-Kebîr, c. 3, s. 480, 1537 nolu tercüme-i hal Thk: Abdülmuti Emîn Kalacî, Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye 1418-Beyrut
[62] İbn Hibbân, c. 7, s. 336, Bâbü'l-Kafi; et-Tûsî, Ricâl, s. 273, 3943 nolu tercüme-i hal
[63] Heysemî, Mecmeü'z-Zevâid, c. 15, s. 179, hds no: 12089, Kitabü'l-Fiten, Babu Fima kâne beynehum Yevme Sıffîn,
[64] El-Müstedrek Ala's-Sahîhayn, c. 3, s. 134, Kitabü Marifeti's-Sahâbe, Fadâilü Ali b. Ebî Tâib, hds no: 4628
[65] Es-Sikât, c. 5, s. 219
[66] Tarihu Medineti Dımaşk, c. 42, s. 471
[67] Değerlendirmeler için bkz: ed-Duafâ, c. 3, s. 313, 1327 nolu tercüme-i hal.
[68] El-Müstedrek, c. 3, s. 150, Hds no: 4674 ve 4675
[70] Taberânî, Mucemü'l-Kebîr, c. 4, s. 172, hds no 4049 (Mihnef b. Süleym'in Ebû Eyyûb'tan rivayet ettikleri; İbn Asâkîr, Târîhu Medîneti Dımaşk, c. 14, s. 53 (Tercümetü Ebî Eyyûb el-Ensârî)
[71] Dürrü'l-Mensûr, c. 7, s. 380. Zuhruf Suresinin 41. Ayetinin tefsiri.
[72] Beyhakî, el-Mehâsin ve'l-Mesâvî, s. 19 (Mehâsinü Ali, b. Ebî Tâlib- https://al-maktaba.org/book/564/19#p1)